Çocukluğum hayvan otlatmakla ve çay toplayıp taşımakla geçti.
Ahırımızda hiçbir zaman inek eksik olmadı. Yanında da mutlaka danası da olurdu. Rahmetli annem çok meraklıydı. Danayı eliyle besleyip büyütürdü. Hayvanları adıyla çağırırdı onlar da onu dinlerlerdi. Otla dedi mi otlar gel dedi mi gelirlerdi. Annem, bana ve kardeşlerime sitem ederdi. “Hayvanlar beni dinliyor siz dinlemiyorsunuz” diye. Doğrusu iş yapmak hoşumuza gitmezdi ve mırın kırın ederdik.
Bahçede otlattığımız ineği izlerken içimizden de, bıraksa da evin yolunu tutsa diye dua ederdik. Bahçeden ayrılmaya yüz tutunca hiç de engellemezdik. Eve dönünce anamızdan fırça yesek “inek kendisi geldi tutamadık” diye yemin etsek karnımız ağırmazdı.
İnek bu, sonsuza kadar besleyemezsin, sonu ya kurbandır ya da kasap. İşte bu zaman gelince ev cenaze evi gibi olurdu. Kıyamazdı rahmetli anam vermeye. Verdikten sonra da günlerce ağlayarak yas tutardı.
Ahırlarda genellikle fareler eksik olmazdı. Annem şaka yollu, inekle beraber arkadaşlık yapıyorlar derdi.
Bir gün ahırdan çıkardığımız ineğin topalladığını gördüm. Annem ayağına baktı. Ben de merak ettim, “ne olmuş” diye sordum.
-Fare, hayvanın tırnağının tabanını yemiş hem de perişan etmiş. Dedi.
- Yahu olur mu öyle iş? Bu inek mi ki anlamayacak? Sabaha kadar tırnağını yesin bu da anlamasın. Yerken acımıyor mu bunun ayağı? Dedim.
- Anlamaz, anlamaz. Fare ayağını yerken bir yandan da üfler ki, acıyı hissetmesin de debelenmesin diye.
Sonunda hayvan ayağına basamaz oldu, kasaba vermek zorunda kaldık. Ahırdan çıkarılan inekle fare vedalaştılar. İnek hiçbir şeyin farkında olmadan ölüme giderken fare, gelecek inekle ilgili planlarını çoktan yapıyordu bile.
Bu vesile ile, ahirete göç eden hepimizin annelerine Allah rahmet eylesin.